30 Ekim 2017 Pazartesi

Genç Bir Doktorun Anıları - Mikhail Bulgakov | Kitap Yorumu

Orijinal Adı: Записки юного врача (Zapiski Iunogo Vracha)
Seri: Yok
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 168
Baskı Yılı: 2016
Goodreads Puanı: 4.25  (8,080 Oy)


Arka Kapak Yazısı
   Devrim zamanı Rusya… Karakışı aratmayacak kadar soğuk, kasvetli bir eylül günü, tıp fakültesinden yeni mezun olmuş bir doktor, şehirde çoktan unutulmuş geleneklerin ve boş inançların hüküm sürdüğü uzak bir kasabaya gelir. Devrim, büyük şehirlerin merkezlerinde hayatı ve zihniyetleri altüst ederken, bu genç doktor ülkenin ücra bir bölgesinde kadercilikle ve batıl inançlarla zorlu bir mücadeleye girişir.

   Zor bir doğum, hassas bir cerrahi müdahale, uzaktaki bir hastaya ulaşabilmek için şiddetli bir kar fırtınasına rağmen göze alınan bir yolculuk, ağrılarını dindirmeye çalışırken morfinman olan bir meslektaş… Genç doktorun gündelik hayatında karşılaştığı bütün zorlu sınavlar, Bulgakov’un elinde olağanüstü güçlü bir anlatımla, dram sınırlarında gezinen bir dokunaklılıkta öykülere dönüşür.



Yorum
   Genç Bir Doktorun Anıları okurken keyif aldığım bir kısa romandı. Tıp Fakültesi’nden yeni mezun olmuş çiçeği burnunda bir doktorun gittiği görev yerlerinde yaşadığı zorluklar, tanık olduğu hastalıklar, karşılaştığı birbirinden değişik insanlar farklı başlıklar altında kısa öyküler şeklinde gayet başarılı şekilde aktarılmıştı. Tüm hikayeler gayet renkli, eğlenceli, şaşırtıcı ve bazı yönlerden de eğitici idi. Bazı hikayeleri okurken tıbbi bilgiler öğrenirken başka bir hikayede o hikayedeki karakterler ve baş karakter doktorumuzun davranışları daha ön plana çıkıyordu.

   Roman kadrosu çok geniş olmayan birkaç karakterden oluşuyor. Baş karakterimiz Tıp Fakültesinden yeni mezun olmuş çiçeği burnunda bir doktorumuz. Atandığı, gelişmemiş bir kasabada doktorluk görevine başlayan doktorumuza burada ebeler ve yardımcılar eşlik etse de romanın özünde tek karakter bu doktor. Doktorumuz bu kasabada tıp kitaplarında gördüğü hastalıklarla bizzat karşılaşıyor. Hatta en karşılaşmaktan korktuğu hastalıklarla bile yüzleşmek ve tedavi etmek zorunda kalıyor.


   Romanı güzel kılan bir yön bunların sadece anılardan ibaret olmayıp, doktorun bizi güldüren sempatik bir karakteri olması. Anlatışı samimi ve sıcak. Dışarıya, hastalarına, hastabakıcı ve ebelere asla yansıtmadığı düşünceleri ve kaygılarını biz okuyuculara iç sesi aracılığı ile aktarıyor. Bazen soğukkanlı ve işinin ehli bir doktor olmayı başarırken zaman zaman yaptığı beceriksizlikler ile hepimizi güldürebiliyor. Kitapta profesyonel bir doktordan bahsedilmiyor. Bu nedenle yaptığı tüm operasyonlar başarıya ulaşmıyor. Bazıları hayal kırıklığı ve ölümlerle sonuçlanabiliyor elbette ki. Ama her hikayede farklı bir insan karakterine, farklı bir olaya ve farklı bir mesaja tanık oluyorsunuz. Romanın gerçek hayatla örtüşen bu yönü hoşuma gitti.

   Üslup son derece akıcı ve dili anlaşılır bir kitap. Hatta doktor kendi iç sesi ile olan konuşmalarında gündelik dilin argolarına bile yer veriyor diyebiliriz. Kısa kısa birden fazla öyküden oluşuyor ve her hikayenin içerikle örtüşen başlıkları var. Tüm hikayeleri çok beğenmeme rağmen başka bir doktordan bahseden en sondaki hikaye beni en çok etkileyen, en mesaj dolu hikaye oldu. Verdiği mesaj çok güzeldi. İnsanın ne kadar mevki sahibi olsa bile yaptığı ufak bir hatanın, verdiği ufak bir tavizin nerelere varabileceğini anlatıyor, günümüzde de çok sıklıkla görülen bir soruna da ışık tutuyordu. Bunun ne olduğunu söylersem “sürpriz bozan” olacağı için o kısmı kendime saklayarak size sadece şu kadarını söyleyebilirim ki bir hayatın adım adım nasıl yok olduğuna tanık olacağınız güzel bir hikaye yatıyor.


   Sevgili Esmacığım’ın tavsiyesi üzerine bu kitabın birkaç bölümden oluşan dizisine de bakmak istiyorum. En kısa zamanda fırsat bulursam eğer. Onunla ilgili yorumlarımı da izler izlemez sizlerle paylaşırım. Esma'nın dizi ile ilgili yorumu ve dizinin fragmanı aşağıdadır. Mutlaka bakmanızı tavsiye ederim. Şimdilik bu kitap hakkındaki yorumlarımın sonuna geldik. Okunmasını tavsiye ettiğim (özellikle doktor adaylarına) kaliteli ve kısa bir roman. Herkese bol kitaplı günler. :)
=>Esma'nın Dizi Yorumu


Alıntılar
Bir şeyle mücadele etmek için onunla yüz yüze gelmek gerekir.
Akıllı insanlar mutluluğun sağlığa benzediğini çok önceden fark etmiştir: Mutluyken fark etmezsiniz; ama yıllar geçtikçe, geçmişte kalan mutluluğunuza ilişkin anılar, ah, anılar!...
Yalnızlık önemli, kayda değer düşüncelerdir; derin düşüncelere dalma, sükûnet, bilgeliktir…


Puanım
 

27 Ekim 2017 Cuma

Gelin Koleksiyoncusu - Ted Dekker | Kitap Yorumu

Orijinal Adı: The Bride Collector
Seri: Yok
Yayınevi: Martı Yayınları
Sayfa Sayısı: 568
Baskı Yılı: 2012
Goodreads Puanı: 3.84  (9,149 Oy)


Arka Kapak Yazısı
   "Kutsa Beni Tanrım, İşlediğim ve İşleyeceğim Günahlar İçin..."

    FBI özel ajanı Brad Raines kariyerinin en karmaşık davasıyla karşı karşıyadır. Davanın ucunda dört genç kadını öldürmüş, sapık ruhlu ve bir o kadar da zeki bir seri katil vardır.

    Her şey, terk edilmiş bir ahırda bulunan genç bir kadın cesediyle başlar. Ölü beden çırılçıplak soyulmuş, başına bir gelin duvağı konulmuş ve koltuk altlarından desteklenerek duvara sırtından yapıştırılmıştır. Topukları matkapla delinen cesedin en büyük özelliği ise, hâlâ çok güzel görünüyor olmasıdır.

    FBI'ın Gelin Koleksiyoncusu olarak adlandırdığı katilin hedefi, mükemmelliğin sayısına yani Tanrı'nın rakamı olan "yedi"ye ulaşmaktır. Bunun için sırada ölümü bekleyen üç masum ve güzel kadın daha vardır. Katili bulmak artık tam bir zaman yarışına dönüşmüştür. Davayı çözmekte zorlanan Brad'in son umudu ise, yardım almak için başvurduğu sıra dışı kişi, şizofren tanısı konulan Paradise'tır. Cesede dokunduğunda, o kişinin ölmeden önceki son dakikalarını yaşama yeteneğine sahip Paradise, korkunç katil Gelin Koleksiyoncusu'nun yakalanmasına yardımcı olabilecek midir?



Yorum
   Tüm kitap severlere merhaba! Bir polisiyenin daha sonuna geldim ve şimdi yorum sırası! Ted Dekker’ın daha önce Çember serisine başlamıştım. Nasıl bir yazar olduğuna dair övgüleri ilgili blog ve kitap paylaşım platformlarından ve Esma’dan da haber aldığım kadarıyla tabiki bu eserine büyük bir heyecan ve merak içerisinde başladım. Ama tıpkı Çember serisinin ilk kitabında olduğu gibi bu kitapta da bir miktar hayal kırıklığına uğrattı beni yazar. Bu yazarın sıkıntısı şu galiba: Bir yere kadar kafasında çok iyi kurgu yapıyor. Konu güzel, karakterler on numara ama yolun geri kalanını planlamadan, akışına bırakarak hareket ediyor. Ve belli yerden sonra o güzelim kurgu bir anda karmakarışık ve saçma bir hale dönüşüveriyor. Okuduğum eserlerinde ilk başta onaylayarak ve severek başlarken sonunda sürekli eksikler ve saçmalıklar arasında buluyorum kendimi. Bu kitapta da tam olarak olan buydu zannedersem. Daha detaylı sebebini “spoiler” paragrafımda açıkladım zaten. Merak edenler oradan bakabilirler.
 

    Kitapta arka kapaktan da anlayabileceğiniz gibi bir seri katilin öldürmek üzere kurban seçtiği gelinler ve onların peşindeki dedektiflerden bahsediliyor. Buraya kadar klasik bir polisiye olduğunu düşünebilirsiniz ama işin aslında öyle olmadığını hatta polisiyenin diğer unsurlar yanında bariz şekilde sönük kaldığını okudukça fark ediyorsunuz. Kitapta psikolojik-gerilim ve aşk yönlerinin daha ağır olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden onu sıradan bir polisiye olarak düşünerek okumaya başlamamanızı tavsiye ederim.


    Spoiler vermeden anlatamayacaktım. İnsanların sırf güzel olduğu için tehlikede olması mümkün mü bu kitaptaki gibi 20-25 yaş arası genç ve güzel bayanları gözüne kestiren psikopat bir seri katil söz konusuysa evet gerçi kitapta felsefi yönden baktığımızda güzellik algısının kişiden kişiye değişebileceğini düşünürsek güzellik tanımının ucunu açık bırakarak herkes için ortak bir güzellik algısı sunduğundan ötürü kitaba bir miktar kızgınım. Her neyse. Öncelikle sizi baş karakterlerden biriyle yani seri katille tanıştırmadan önce seri katillerin en temel özelliklerinden kısaca bahsetmek isterim ki bu özelliğe çoğu polisiye kitabında rastlamanız mümkün. Seri katiller yapmış oldukları şeyleri, bir görev bilinci ile yaparlar. Bu görev genellikle onlara tanrı dedikleri üstün bir güç tarafından verilmiştir. Kendilerinin toplumdaki herkesten farklı, üstün ve seçilmiş olduklarına inanırlar. Tanrı ile konuştuklarını zannederek ayinler yaparak tanrıya kurban verirler öldürdükleri kişileri ve bununla huzur bulduklarına inanırlar. Bu kitapta işte tam böyle bir ruh hastasının psikolojisi insanlara bakış açısı, ruhi durumu öyle güzel anlatılmış ki başarılı bir polisiye okuduğunuzu hissediyorsunuz.

Kitaptaki seri katili gözümde canlandırırken Ted Bundy'i hayal ettim.

    Ben şahsen psikolojik hastalıkları, şizofreni, bipolarlık gibi psikotik hastalıkların insanın zihnine neler yapabileceğini merak eden bir insan olarak kitapta bunun çok güzel şekilde aktarıldığını düşünüyorum. Yazarın muhtemelen bu kitabı yazarken bununla ilgili detaylı araştırmalar yaptığı belli oluyor. Bir şizofreni hastasının akılndan neler geçtiği gözler önüne başarı ile serilmiş. Onların iç dünyasını kitap güzel şekilde yansıtmış, konuşurken kurdukları biz okurların bile anlamadığı cümleler, yazdıkları şiirlerde daldan dala atlayan milyonlarca düşünce kargaşası kafalarının içinde neler olup bittiğini güzel şekilde görmemize olanak sağlıyor.

[Spoiler] 
     Kitapta hoşuma gitmeyen noktalardan biri cinayet olaylarını çözmek için polisler, FBI gibi ellerinde milyonlarca imkanı olan kişilerin elinden hiçbir şey gelmeyip de Akıl Hastanesi’ndeki üç hastanın tüm olayları çözmesi bana biraz zorlama ve saçma geldi. Hele ki birisinin bunları sadece medyumsal yetenekler ile yapması. Sanki bir büyü yaparak pat diye hiç kimsenin çözmeyi beceremediği olayları kolayca çözmesi saçma gözüktü. Katilin sadece baş karakter olan Brad’in etrafındaki insanlara saplantılı olması ve koskoca polis memurlarını ya da hastanedeki güvenlik görevlilerini elini kolunu sallayarak öldürmesi ve uzun süre yakalanmaması da ilginç bir detaydı. Bir de tüm bu hengamenin ortasındaki garip duygusal gelişmeler. Paradise ile Brad aşkı çoğu yerde katilden, yaşanan cinayetler ve aksiyondan çok daha ön planda idi ve bir an aşk romanı okuyorum falan zannettim. Bu aşka gerek var mıydı gerçekten?
[Spoiler Sonu] 

 

    Polisiye yönü çok ağır basmasa bile güzel bir gerilim kitabı idi. Kitapta ön planda olan birden çok karakterin gözünden anlatılan akıcı kitaptaki ruhsal tahlilleri çok başarılı buldum üstelik kitabın öğretici yönü de oldukça yüksekti. Yüksek puanı sırf bunun için veriyorum yoksa kurguda boşluklar ve saçmalıklar olduğunu ifade etmiştim. Okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. İyi okumalar diliyorum! :)


Alıntılar
Hiçbir zevk, zihnin kendini eğlendirme gücünden daha iyi olamazdı.  
Başka birini anlamak, kısmen insanın kendini keşfetmesinden geçiyor.
Delilik ve dâhilik arasında çok ince bir çizgi mevcut.

Ne yazık ki dünya. Tanrı’nın bize verdiği en büyük zekalardan bazılarını alıp kafeslere kilitledi. Çoğu parlak zekalı ya da yaratıcı insan, sıradan insanlara garip göründü. Dâhiler hemen her zaman toplumdan dışlanırlar. Zekilerle çocuk bahçelerinde alay edilir. Onlar dünyayı bizlerden farklı görürler ve bunun için de dışlanırlar. Hemen hepsi en azından yalnız bırakılır, en kötü ihtimalle de bir yere kapatılır. Statükoyu cesaretlendirmek ve hayata farklı gözlerle bakanları dışlamak insan doğasındandır. 
İkiyüzlülük bir tür akıl hastalığıydı. Tıpkı akıl hastaları gibi, ikiyüzlüler de kendi hastalıklarını göremezlerdi.
Ona aşık değildi. Bu çok ileri gitmek olurdu. Ancak eğer aşık olmak dedikleri his buysa, bunun uğruna bu kadar çok kişinin kendini riske atması anlaşılır bir durumdu.

 Puanım

25 Ekim 2017 Çarşamba

Dizi Önerisi #3 : Shameless | Öneri Atölyesi

Orijinal Adı: Shameless
Yönetmen: Mark Mylod, Christoher Chulack, Mimi Leder
Yapımcı: Paul Abbott
Oyuncular: William H. Macy, Emmy Rossum, Ethan Cutkosky, Jeremy Allen White, Emma Kenney, Cameron Monaghan, Brenden Sims, Shanola Hampton, Steve Howey, Isidora Goreshter, Noel Fisher, Justin Chatwin
Mekanlar: South America, Chicago, Racine Ave, Illionis,
Kanal: Showtime
Yayın Tarihi: 9 Ocak 2011 - Halen Devam Ediyor
Sezon Sayısı: 7
Bir Sezondaki Bölüm Sayısı: 12
Bölümlerin Uzunuğu: 50 Dakika
IMDB: 8.7/10
  
   Herkese merhaba değerli arkadaşlar! Uzun zamandır ara vermiş olduğumuz ‘Öneri Atölyesi’ köşemize harika bir dizi ile devam ediyorum: Shameless. Hepiniz adını bir yerlerden duymuşsunuzdur muhtemelen. Zaten ülkemizde yeni çıkan bir dizi olan, başrollerini Hazal Kaya ile Burak Deniz’in paylaşmış olduğu “Bizim Hikaye” isimli dizi de bu filmin uyarlaması (güya) olarak çıkarıldı. Bundan sonra duymayanlarda diziyi duymuş oldular. Hazır yeni sezona da sayılı günler kalmışken bu diziyi sizlere tanıtmak için hazırlamış olduğum yazıyı sonuna kadar okumanızı rica ediyorum. Okuduktan sonra daha izlemeden seveceğinizden eminim. J


  Ben bu dizi ile lise dönemimde tanıştım. O zamanlar tam hatırlamıyorum ama CNBC-E veya E2 kanallarından birinde görmüştüm ilgimi çekmişti. Sonra internetten izlemeye kalkmıştım. Kesilmemiş sahneleri ile gördüğümde hoşuma gitmemişti, bana biraz ağır ve terbiyesizce gelmişti. İzlemeyi kesmiştim ilk 3-4 bölümden sonra. Başka dizilere devam etmiştim. Sonra nasıl olduysa üniversite döneminde içimdeki asi kız uyanıverdi ve bir kez daha izlemek istedim. Ben izlemek istediğimde 7 sezon birikmişti ve bunu yaklaşık 2 seneye yayarak izledim. Bu süreçte diziye bağlandım ve “zamanında neden bırakmışım bu dizi bir harika dostum!” deyiverdim içimden. Cidden izlemeye değer, her izlediğimde ayrı bir keyif aldığım diziydi.


    Bazılarınız bana kızabilirsiniz, özellikle dizinin içeriğini az çok biliyorsanız. Dizinin büyük çoğunluğunun (%85 gibi bir oranının) müstehcen sahnelerden ve cinsel içerikli olaylardan oluştuğunu biliyorum. Zaten adından da belli; Shameless.  Ama diziyi sırf bu yönüyle değerlendirmek çok sığ bir değerlendirme olacaktır. Bu dizi Türkiye’de yüksek oranda izleniyor ve bunu izleyenler sadece böyle cinsel içerikli dizilere düşkün, rahat insanlar diyemeyiz. Çünkü diziyi kim izlerse izlesin kendine bağlama kapasitesi var ve bu yönünü cinsellik falan sağlamıyor.  Dizinin doğallığı sağlıyor. Biz hepimiz Amerika’yı kitaplarda ve filmlerdeki gibi efsanevi bir yer olarak hayal ediyor olabiliriz ama bu dizi Amerika’nın “Getto” dediğimiz varoş yerlerinde yaşayan yoksul halkın çektiklerinden tutun da, Özgürlüklerin Ülkesi Amerika’nın çarpık, ahlaksız, düşkün yönlerini de gözler önüne sürüyor. Amerika’da gerçek yaşamda görebileceğiniz, köşe başı dilencilerinden fahişelere, uyuşturucu bağımlılarından çocuk annelere kadar her şey olduğu gibi yansıtılıyor. Genç-yaşlı herkesin bizim üç öğün çay içtiğimiz gibi içki içmesi, ergenliğe girer girmez seks hayatına girilmesi gerektiğinin düşünülmesi, gayrimeşru çocuklar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, fakirlikten ötürü hırsızlık ve fırsatçılık gibi kötü yollara başvurma veya çok düşük ücretli de olsa zor işlerde çalışma, eşcinsellik, ensest, aile sorunları gibi Amerika’nın bünyesini oluşturan olaylar da dizide olduğu gibi aktarılmış. Aynı zamanda kapitalizme yönelik sahneler, her yerde fakirlerin dışlanıp zenginlerin torpillerinin ön planda olması, ırkçılık, rehabilitasyona olan talep, göçmen kaçakçılığı, fakir mahallelerindeki yerlerin satın alınıp starbucks gibi zenginlerin gidebileceği yerlere dönüştürülerek fakir insanların mahallelerinden kovulmaları gibi güncel sorunlar dizide önemli bir yer kaplıyor.  Bu özelliklere daha da mükemmellik katan oyuncuların performansları aynı zamanda. Hepsi rollerini öylesine güzel oynuyorlar ki karakterler ile bütünleşiyor ve empati kurabiliyorsunuz.


   Kısaca konudan da bahsedelim. Amerika’nın Güney Yakası’nda küçük bir getto semtinde sefalet ve türlü kötülüklerin hüküm sürdüğü bir mahallede, aileleri tarafından terk edilmiş ve önemsenmeyen 6 kardeşin hikayesi konu ediniliyor.

  Bu altı kardeşin en büyüğü olan Fiona Gallagher, en büyük olan olduğu için, kendi hayatı ile ilgili okul-meslek-evlilik gibi hayaller kurmayı bırakıp kendini tamamen beş kardeşinin sorun ve ihtiyaçlarına adamış durumda. Dizide Fiona ile ilgili en sevdiğim şeylerden birisi çok doğal ve başarılı bir oyuncu olması. Duygusal ve bunu gereken sahnelerde çok iyi gösteriyor. Ağlamaları çok gerçekçi, bakışları duygularını yansıtıyor. Doğallığına ayrı bir bitiyorum. Öyle bizim dizilerdeki gibi beş kuruşu olmamasına rağmen her gün farklı kıyafet giymekmiş, yataktan kalktığında makyajlı ve saçları yapılı uyanmakmış böyle şeyler yok. Hatta çoğu bölümde makyajlı olduğunu bile düşünmüyorum. Zaten giydiği montu 5 sezondur üzerinde gördüğüme yemin edebilirim.

   
Fiona’nın bir küçüğü olan Phillip namı diğer Lip ise tamamiyle dâhi. Ama zekasını çok yanlış yerlerde kullanıyor ve harcanıyor resmen. Çevresindeki herkes onun neler başarabileceğinin farkında. Kendisi hariç. Aile sevgisi görmediğinden mi bilinmez çok duygusal bir yapısı var ve hemen bağlanmaya meyilli. Ama aynı zamanda hayata karşı güçlü bir duruş sergiliyor.



 Ian ise bizim tatlı homoseksüel kızılımız. O da hayatta başına gelebilecek en kötü şeylerden birisiyle mücadele ediyor. Annesinden ona geçen bir hastalık ve çevreden gelen eşcinsellik baskısı. Hayatta olduğu ve olmak istediği kişi arasında bir arayış içerisinde.



Debbie’ye gelince masum ama bir o kadar da kurnaz bir kız kendileri. Çevrenin dolduruşuna çabuk gelebilen, kararsız kişiliğine rağmen bir şeye tutunduğu zaman hakkını vererek işini yapıyor, fedakar bir karakteri var. Ergenlikten sonra biraz asi ve inatçı olmuş olsa da kalbimde ayrı bir yeri var.
   


Carl ise tam benim adamım. Tehlike seven psikopat bir karakter. Yangın çıkarmak, banka soymak gibi çılgınca fikirler ondan çıkıyor. Gangsterden uyuşturucu satıcısına, sadık bir sevgiliden soyguncuya, askerden hapishane mahkumuna kadar her türlü şekle büründü küçük zibidi. Ah kerata şey! En sonunda ne istediğini buldu ya önemli olan o.

Ve son kardeş, ailenin tek siyahisi şeker mi şeker Liam. Dizinin başından beri en masum ve beladan uzak duran, sessiz Gallagher’dır kendileri. Dizide bebekti şimdi koskoca adam oldu resmen.


 Birde bu ailenin sürekli içki içmek ve sadece çıkarları söz konusu olduğunda eve ve çocuklarına dönen ilgisiz babası ayyaş Frank var ki ona da bayılmıyor değilim. O kadar iyi bir oyuncu ki yaptığı tüm pislikliklere rağmen ona sizin de bayılacağınızdan eminim. Hiç çalışmamasına rağmen para kazanıp hayatını devam ettirmenin bir yolunu buluyor kerata. Kimi zaman bacağını kırıp sigortadan para alıyor, kimi gün uyuşturucu pazarlıyor, kimi zaman dilenci kılığına giriyor. Bu parayı elbette evlatlarına veriyor değil. İçkiye, eğlenceye veriyor. Anı yaşamak deyiminin somut hali, bu hayata bir kez gelmişsen bunu sonuna kadar yaşamalısın, ne istersen ne zaman istersen ve kiminle istersen yapmalısın felsefesi hâkim onda. Aynı zamanda zehir gibi kafası var.

  Frank’in eşi ve çocukların annesi Monica ise bipolar hastalığından muzdarip ve sabit bir hayata tutunamıyor. Çocukların ve Frank’in hayatında bir oluşup bir kayboluyor. Kimseye kasten zarar vermek istemese bile kişiliği ve hastalığı yüzünden çevresine sürekli ıstırap veren cinsten bir insan.



Daha Kev, Veronica, Mickey, Sheila, Svetlana gibi birçok karakter var ama onları da anlatırsak yazı uzayacak. Onları sizin hayal gücünüze bırakıyorum.


   İşte Shameless ailesini size pek de kısa sayılmayacak bir yazı ile tanıtmış oldum. Bir içine girdiğinizde bağımlısı olacağınız, bitirdiğinizde üzüleceğiniz, sizden bir parça olacak, her karakterde kendinizi bulacağınız bir aile. Bu Türkiye’deki versiyonu gibi tamamen dramdan oluşmuyor. Dram bayağı geri planda açıkçası. Daha çok komedi, aşk, macera ağırlıklı. Hem gülüp eğleneceğiniz, hem bir şeyler öğreneceğiniz, hem de yeri gelince ağlayıp üzüleceğiniz bir dizi arıyorsanız Shameless ile tanışmanızı öneririm. Aşağıya da hoşunuza gidecek bir fragman bırakıverdim. Sevgiyle kalın. J

24 Ekim 2017 Salı

Siddhartha - Hermann Hesse | Kitap Yorumu


Orijinal Adı: Siddhartha
Seri: Yok
Yayınevi: Can Yayınları
Sayfa Sayısı: 148
Baskı Yılı: 2013
Goodreads Puanı: 3.99  (426,589 Oy)

Arka Kapak Yazısı

"Genel olarak herkesçe kabullenilmiş Buddha imgesini aşan bir Buddha yaratmak, daha önce eşine rastlanmamış, büyük bir başarıdır. Siddhartha, benim gözümde, Kutsal Kitap'tan kat kat üstün bir ilaçtır..." 20. yüzyılın en büyük romancılarından Henry Miller'a bu sözleri söyleten Siddhartha, 1946 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Alman yazar Hermann Hesse'nin baş­yapıtıdır. I. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda insanları yaşamlarını yeniden kurmaya çağıran, Doğu gizemciliğini yücelten Siddhartha, kuşaklar boyunca neredeyse bir "kutsal kitap" gibi okunmuştur. Siddhartha'da Buddha'nın yaşamının ilk yıllarını şiirsel bir üslupla anlatan Hesse, insanın öz benliğini bularak uygarlığın yerleşik biçimlerinden kurtulmaya çalışmasını işler. "Bu kitapta," der, "tüm dinlerde, insanların benimsediği tüm inanış biçimlerinde ortak olan yanı, tüm ulusal ayrımları aşan, tüm ırkların, tüm bireylerin benimseyebileceği şeyi yakalamaya çalıştım."


Yorum

  Kitabı bitireli bir kaç gün olsa da yorum yazmaya yeni vaktim oluyor, bu sırada kitap da zihnimde daha bir yerine oturdu sanki.

  Siddhartha bir arayışın kitabı. Siddhartha, genç yaşta gerçeği ve hayatın sırrını, mutluluğu aramak için evden ayrılıyor ve büyük arayış başlıyor. Hesse, Siddhartha karakteri ile hayatı ve insanı bir çok açıdan inceliyor. Bizde karakterimizin yaşadıkları ve arayışı ile hayatın farklı yollarını inceliyor ve arayışa ortak oluyoruz.

  Yazar Buda felsefesine olan ilgisini ve düşüncelerini bu kitapta toplamış. Size bir çok görüşü ve görüşlerdeki boşlukları  göstererek, sizi Buda felsefesine götürüyor. Ve bu konuda da oldukça başarılı, kitapta her görüşten insanın kabul edeceği bir çok gerçek var ve bunlar okura çok güzel sunulmuş. Özelliklere sonlara doğru kitabı daha çok sevdim, bir kitabın sonu zihninizde yer edeceği şekli büyük ölçüde belirler ve Siddhartha'nın sonunu da bu açıdan oldukça başarılı buldum. Kitabı bitireli günler olsa da sonda verilen mesajlar sık sık aklıma geliyor. Siddhartha bana çok şeyler katıp düşüncelere sürüklemedi ancak bazı noktalarda düşüncelerimin yeniden üzerinden geçmem için bir fırsat sunmuş oldu, etkileyici bulmasam da hoşuma giden noktaları oldu.

Puanım


22 Ekim 2017 Pazar

Metro 2033 (Metro #1) - Dmitry Glukhovsky | Kitap Yorumu

Orijinal Adı: Metro 2033
Seri: Metro #1
Sonraki Kitap: Metro 2034
Yayınevi: Panama Yayınları
Sayfa Sayısı: 568
Baskı Yılı: 2010
Goodreads Puanı: 3.98  (24,179 Oy)


Arka Kapak Yazısı
   Moskova Metrosu'ndaki Sırrı Keşfetmeye Hazır mısınız? Rusya'da 1 Milyon Kişi Okudu, 25 Dile Çevrildi Haritalarıyla.

   Yıl 2033...Nükleer savaş sonrası enkaz haline gelen dünyada insan soyu neredeyse tükenmiş, radyasyon yüzünden kentler yaşanamaz halde. Hayatta kalan birkaç bin kişi yeraltına, dünyanın en büyük nükleer sığınağı olan Moskova Metrosu'na sığınıyor.

   Burası insanoğlunun son kalesi.

   Yeraltındakiler için en büyük tehlike Karaderililer. İstasyonlar mini devletlere bölünmüş. İdealler, dinler, temiz su filtreleri gibi nedenlerle bir araya gelmiş halklar. Duygular yerini içgüdülere bırakmış.

   Tek bir amaç var: Ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak.

   Genç Artyom'a yaklaşmakta olan karanlık tehlikeye karşı halkı uyarması için Metro'nun kalbi, "Polis" istasyonuna gitme görevi verilir. Metro'nun kaderi belki de tüm insanlığın kaderi Artyom'un elindedir artık.

   Moskova metrosu, romanda anlatıldığı gibi labirente benzer, büyüklüğü ve hatları tam olarak bilinmeyen bir gizemdir. Metroda, devlet ve gizli servislere ait yüzden fazla gizli yeraltı sığınağı bulunur. Sovyetler Birliği döneminde liderleri korumak ya da ülkeden kaçırmak için yapıldığı söylenen Metro-2, Moskova metrosunun bir parçası ve en ünlü efsanelerinden biridir. Esin kaynağı olduğu çok sayıda mit ve şehir efsanesi vardır.


Yorum
   Merhaba sevgili kitap severler! Yepyeni bir kitabın daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Çoğunuzun bir yerlerden ismini duyduğunu düşündüğüm, ünlü bir kitap bu: Metro 2033. İsminden de anlaşılacağı üzere günümüz dünyasından çok farklı yıllar sonraki dünyayı konu ediniyor. Gerçi böyle kuru kuru da tanımlamamak lazım kitabı. Dünyanın bundan yıllar sonraki halini ve basit bir yeraltı distopyası beklerken, içinde siyasetten tarihe, bilim kurgudan fantastiğe, gerilimden polisiyeye kadar bir çok karışık türün örneklerini barındıran bir kitaptır kendileri. Kitap “turşu” gibi olmuş tabiri caizse, yazar ne bulduysa katmış kurgunun içine. :)

   Olaylar Moskova metrosunda geçiyor. İnsanların sebep olduğu kirlilikler ve radyasyon sonrası yeryüzünün yaşanılmaz hale gelmesi üzerine insanlar radyasyonun ve dünyada radyasyon sonrası mutasyona uğrayan varlıkların olumsuz özelliklerinden kaçmak üzere yeraltı metrosuna sığınırlar ve kendilerine orada yepyeni bir dünya kurarlar. Yeryüzünden mümkün oldukça şeyi ise yanlarında götürürler yaşamlarına devam edebilmek için. Yaşamak için yiyecekler, beslemek ve yararlanmak için hayvanlar ısınmak için sobalar ve odunlar… Buna rağmen yanlarında götüremedikleri şeyler de vardır. Örneğin; güneş ışıkları, tertemiz oksijen, ağaçlar… Ancak yeryüzünde onları bekleyen tehlikenin yanı sıra yeraltının karanlık dünyasında da birtakım tehlikeler insanları rahat bırakmamaktadır. İstasyonların koruyucusu olarak görevlendirilen savaşçılar, bir yandan yeraltı tünellerine sızarak onları öldürmek isteyen yer üstü canavarlarına karşı mücadele verirken bir yandan dilden dile dolaşan ve efsane mi gerçek mi olduğu bilinmeyen karanlık tünellerde yaşayan ruhlar, dev sıçan ve solucanlar gibi değişik mutasyona uğramış yaratıklara karşı savaşmaktadırlar. İşte tüm bu paranormal olayların tam ortasında, önünde çok önemli bir görev ve yeraltı dünyasını kurtarmanın sorumluluğunu sırtlanmış bir kahraman olan Artyom bulunmaktadır.


   Hikayeyi kısaca özetledim. Baş karakter olan Artyom’un iç dünyasının kitapta çok güzel aktarıldığını söyleyebilirim. Onun korkuları, iç dünyasında yaşadığı şaşkınlıklar, sorular, kafa karışıklıkları, rüyaları çok güzel tasvir edilmiş. Ancak yine de karakteri çok benimseyip sımsıkı bağlanamadım ve bu yüzden kitabı içime sinerek okumadım pek. Başlarda güzel ve gizemli bir kitap olarak ilerliyor. Kitapta en arka ve en ön sayfada metro istasyonunu gösteren detaylı bir harita var. Buna bakarak kitabı ve karakterlerin yaşadığı maceraların nerede nasıl geçtiğini gözünüzde canlandırmak daha kolay oluyor. Bu kitabı orijinal kılan bir yön olmuş. Ancak yine de kitapta çok karmaşık gelen, anlamakta zorlandığım ve birkaç kez okuduğum yerler oldu. Sanırım yazar kafasında bir dünya yaratmış ve bu dünyayı gerçek dünya ve gerçek dünyadaki yıkımlar, savaşlar, siyasi bölünmelerle kitaptaki dünyadaki karakterler ve çatışmalarla alegorik yolla özdeşleştirmeye çalışmış. Siyasi yönü de ağır basan kitap bu yüzden Metro. Ancak bunu biraz karmaşık olarak yaptığı için kitapta kimler kimin düşmanı, olaylar neden farklı yerlerde farklı işlenmiş okurken insan anlayamıyor. Gerçi yazar bunu daha açığa kavuşturmak için sayfa altlarına dipnotlar serpiştirerek çaba sarf etmiş ama yazarın vermek istediği mesaj için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Mutasyona uğramış canavar fikrinde bir sorun görmesem de yazarın çok fazla fantastik ögeye başvurmuş olması da biraz itici geldi bana. Yine de dünyanın olası sonunu, nükleer felaketi ve yeraltı dünyasını çok iyi kurguladığını düşünüyorum.


   Kitapta üçüncü bakış açılı anlatım vardı çok akıcı olmasa bile güzel bir dili vardı. Bazı yerlerde okurken kopukluk hissettim özellikle diyaloglar arasında bağlantı sorunları oluyordu. Kitap belli yerlerde çok meraklandırıp akıp gidecek kadar sürükleyici, belli yerlerde ise tıkanıp kalıyor ve bir türlü ilerlemiyordu. Kitaba vereceğim puan konusunda da kafam karışık bu nedenle. Ancak sonu farklı ve merakta bırakacak şekilde bitti. Hem iki kitabı birden almıştım bu yüzden ikincisini de en kısa zamanda okurum diye düşünüyorum. Karmaşık, farklı ve özgün bir distopya sevenler için önerebileceğim türden bir kitap. Herkese bol kitaplı günler. :)


Alıntılar
Kim bir ömür boyu karanlığa bakacak kadar cesur ve kararlıysa, ilk umut ışığını o fark edecektir.
İnsanoğlu, diğer canlılardan çok daha iyi bir katildi.    
 Zaman bir cıva gibidir: Onu küçük parçalara bölmeye kalktıkça, anında yeniden toparlanacak, bütün haline gelecek ve şekilsiz bir hal alacaktır.  
Bazı şeyler vardır ki, yapmak istemezsin, bir daha yapmamaya yemin edersin, kendine yasaklarsın ama sonra her şey kendiliğinden oluverir. Üzerinde daha fazla düşünmeyi beceremezsin, düşünme merkezin iyice boşalmıştır, geriye sadece kendini hayretle izlemek kalır, suçun olmadığına inanmışsındır ve sonra her şey kendiliğinden yaşanır.
İnsanı tek şey çıldırmaktan kurtarabilirdi: Bilmemek.
Ölüm korkunç değildi, korkunç olan onu beklemekti.
İnsanlar ona göre karmaşık bir makineydi; önce gıda ürünlerini yok eden sonra da bok üreten bir makine…


Puanım
 

19 Ekim 2017 Perşembe

Karanlık Zihinler (Karanlık Zihinler Serisi #1) - Alexandra Bracken | Kitap Yorumu

Orijinal Adı: The Darkest Minds 
Seri: The Darkest Minds #1 
Sonraki Kitap: Buz Kapanı
Yayınevi: Parodi Yayınları
Sayfa Sayısı: 576
Baskı Yılı: 2014
Goodreads Puanı: 4.25  (92,354 Oy)


Arka Kapak Yazısı
Adım Ruby.
Hepinizden farklıyım.
Aklınızın derinliklerinde gezinebilir, 
anılarınızı hiç yaşamamışsınız gibi silebilirim.
Henüz on yaşındayken Thurmond'daki bu rehabilitasyon kampına gönderildim. Hem de kendi ailem tarafından...
Burada her adımımız izleniyor, nefes alış verişlerimiz bile.
Yalnız değilim.
Maviler... Yeşiller... Turuncular...
Sarılar ve Kırmızılar...
Karanlık Zihinler...
Ve yaşamak için saklanmak zorunda kalanlar
Ve kaçanlar...


Yorum

   Evet sayın kitap severler! Harika bir distopya kitabının sonuna geldim. Uzun zaman olmuştu distopik bir eser okumayalı ve cidden özlemişim. Suzanne Collins’ten sonra distopik anlamda gerçekten başarılı bir kalemi olduğunu düşündüğüm hatta bazı noktalarda onu solladığı apaçık görülen bir bayan yazar tarafından yazılmış serinin ilk kitabıydı bu. Bayan yazarların da böyle başarılı kurgular ortaya çıkarabildiğini görmek çok hoşuma gidiyor doğrusu. Üstelik bu seriyi yazan bayan oldukça genç birisi.


   Karanlık Zihinler serisinin ilk kitabından kısaca bahsetmek istiyorum. Arka kitaptan öğrenebileceğiniz kadar basit ve spoiler sayılmayacak ufak tefek şeylerden bahsedelim. Normal insanlardan farklı zihinsel ve fiziksel yetenekleri olan 10-18 yaş arası gençler kitabın konusunu oluşturuyor. Bu gençler yeteneklerinin özelliklerine göre renklere ayrılıyor. Yeşil, mavi, sarı, turuncu ve kırmızı. Kimi karmakarışık bulmacaları çok kısa süreler içinde çözebilen ve 450 sayfalık koca kitabı tek okuyuşta ezberleyebilen dâhilerken, kimisi tek bir el hareketi ile araçları hareket ettirebiliyor, kimi ise başkalarının anılarını okuyup onları silebiliyor ve yerine istediğini koyarak kişileri yönetebiliyor. Yeteneklerinin tehlikeli ve etkililiğine göre bazı renkler diğerlerine göre daha tehlikeli olarak addedilerek ona göre muamele ediliyor. Bu insanüstü yeteneklerle donatılmış gençler konusunda herkesin farklı farklı planları var. Kimi onları bir kampa kapatarak ailelerinden ve sevdiği birçok şeyden uzak yaşatarak hatta bazen tabiri caizse “imha ederek” düzeni sağlamaya çalışırken kimileri onların bu yeteneklerini düşmanlara karşı savaşmak için kullanmak üzere kendi taraflarına çekecek vaatlerde bulunuyorlar. Bu çocukları gerçekte düşünecek ve onları kullanmak değil onların derdine çare olacak kimseleri yok. Hepsi aslında onları bir robota dönüştürmeye çalışan birer düşman. Kendileri dışında.


    Karakterlere gelecek olursak; baş karakterlerin hepsini çok sevdim ve benimsedim diyebilirim. Ruby zaten kitabın anlatıcısı olarak gönlümde taht kurdu. Yeteneklerini nasıl kullanacağını bilememek, sürekli birilerinin hafızasından istemeden kendini, kendiyle ilgili anıları silmekle başı dertte. Yeteneklerini nasıl kullanacağını bilmiyor ve ona bunu öğretecek düşmanları haricinde kimse yok. Düşmanlarına teslim olmayı mı seçmeli yoksa kendi kendine bir yolunu bulmayı mı öğrenmeli arada sıkışıp kalmış. Liam Stewart ise herkesin içinde bir iyilik görmeye meyilli, saf ve temiz bir yakışıklı. Yeteneklerine hakim ve lider karakterli. Çevresindeki herkese başarabileceklerine dair umutlar vererek onların yaşama sebebi olan bir gün ışığı gibi. Ahh ne çok sevdim seni bir bilsen. Mavi gözleri dışında onu kafamda canlandırırken Sam Claflin’in Açlık Oyunları serisinde ki Finnick Odair olan serseri hallerini hayal ettim. Tam bir Sam Claflin hayranıyımdır da. Bu da karakteri okurken onun jest ve mimiklerini ukala tavırlarını gözümde daha iyi canlandırmamı sağladı. Birde minik asyalımız Suzumi namı diğer Zu var ki onu öylesine sevdim öylesine sempatik buldum ki, kitaptaki karakterlerin yerine geçip onu koruma güdüsü gelişti içimde. Hikayesini ve gizemini merak ettiğim karakterlerden birisidir. Birde Chubs var ki ona olan duygularımı hala çözemesem bile genel olarak sempatik bulduğum ve zor bir insan olmasını takdir ettiğim birisi. Bazı özellikleri bana kendimi hatırlattı hele ki kolay arkadaş edinemeyen içine kapanık tavırları. Hatta biraz ileri gidecek olursak tehlikeli yakışıklımız Clancy Gray’e karşı bile bir sempati oluştu diyebilirim içimde.


    Kitabın dili oldukça sadeydi. Kitap baş karakterlerden birisi olan Ruby’nin ağzından anlatılıyordu. Diyalogları okurken çok eğlendim hatta son sayfalarda Ruby ile Liam arasındaki diyaloğu okurken nefesim kesildi diyebilirim. Kitap oldukça akıcı ve heyecanlıydı. Sürekli macera dolu yerler oluyor ve heyecan içerisinde okuyordum. Her bölümün sonu heyecanlı bitiyor sonrakini okumak için acele ediyordum. Şimdiye kadar okuduğum çoğu distopik eseri sevmişimdir ve çoğuna olumlu yorumlar yapmışımdır çünkü distopya okumayı seviyorum. Bunu araya zaman koyup türü özleyerek yaptığım zaman birbirlerine benzer yönleri olsa bile beni sıkmıyor ve cidden severek okuyorum. Bu eseri de çok sevdim hatta bayıldım. Karakterleri ve kurgusu ile gerçekten çok başarılı buldum. Sonu da oldukça soru işaretleri ile dolu ve heyecanlı bitti. Diğer kitapları elimde yok sadece ilkini almıştım ve şimdi koşup diğerlerini de almam gerekecek. Araya zaman girmeden hepsini okumak istiyorum. Açlık Oyunlarında ilk kitabı diğerlerinden başarılı ve heyecanlı bulmuştum ve bunda da yazarın diğer kitaplarda ritmi düşürüp kalitesini bozmasından korkmuyor değilim. Umarım öyle olmaz. Çünkü seriye gittikçe bağlanmak ve bittiğinde üzülmek istiyorum bana bu duyguyu yaşatan pek seri olmuyor çünkü. Okumanızı tavsiye ederim. Seveceğinizden emin olduğum bir kitap. Herkese bol kitaplı günler. :)



Alıntılar
Hayal kurmak sonunda hayal kırıklığına, hayal kırıklığı da öyle kolay atlatılamayan sıkıntılı bunalımlara yol açardı. Siyaha yem olmaktansa grinin sınırlarında kalmak daha iyiydi.
-Hiçbir şey olmamış gibi davranamam.
-Davranmamalısın da. Asla unutmamalısın. Ama hayatta kalmanın önemli yanlarından biri de hayata devam etmektir. Bunun için bir kelime var. Bizim dilimizde tam bir karşılığı yok. Portekizce. Saudade. Hiç duydun mu?
(Başımı salladım ben kendi dilimdeki kelimelerin bile yarısını bilmiyordum ki.)
 -Şey gibi… tam bir tanımı yok. Bir duygunun tarifi gibi… çok büyük bir üzüntünün. Bir zamanlar kaybettiğin bir şeyin sonsuza dek kaybolduğunu ve bir daha asla senin olmayacağını anladığın an yaşadığın bir his.
Ama biliyor musun, her son bir başlangıçtır. Bir zamanlar sahip olduklarını geri alamasan da onları arkanda bırakabilirsin. Yeniden başlarsın. En baştan.
Bir fabrikayı yok edebilirsin ama hemen ardından bir yenisini inşa ederler. Ancak yok edilen şey bir hayat olduğunda bunun geri dönüşü yoktur. O insanı geri getiremezsin.
Bir insanın yalan söylediğini anlamanın binlerce yolu vardır. Beyinlerine girip en ufak bir güvensizlik ya da rahatsızlık emaresi aramanıza gerek yok. Yüzlerine bakmanız çoğu zaman yeterlidir. Sizinle konuşurken bakışlarını sola çevirir, bir hikayeyi fazla detaylandırır ve bir soruyu başka bir soruyla cevaplarlarsa bilin ki o kişi yalan söylüyordur.
İçimde tuhaf bir his vardı. Sanki henüz sahip olmadığım bir şeyi kaybetmiş gibiydim. Sanki artık eskiden olduğum kişi değildim. Olmam gereken kişi ise hiç olamamıştım. Bu hisle iliklerime kadar bomboş hissettim kendimi birden.
Dünyadaki en sinir bozucu duygu, söyleyecek çok şeyin olup da bunu kelimelere nasıl dökeceğini bilmemek olmalı.
Hayatta bir kez bile duysanız asla unutamayacağınız bazı sesler vardır. Kırılan bir kemiğin sesi. Bir dondurma kamyonetinden yükselen şarkı. Cırt cırt bandın sökülmesi. Bir silahın açılan emniyet kilidi…
Heves denilen şeyin en önemli yanı, bulaşıcı olmasıdır.

Puanım
 

18 Ekim 2017 Çarşamba

Godot'yu Beklerken - Samuel Beckett | Kitap Yorumu

samuel beckett

Orijinal Adı: En Attendant Godot
Seri: Yok
Yayınevi: Kabalcı Yayınevi
Sayfa Sayısı: 124
Baskı Yılı: 2014
Goodreads Puanı: 3.81  (115,841 Oy)

Arka Kapak Yazısı


  Godot'yu Beklerken 1948 yılında Fransızca olarak yazıldı ve 1953'te Paris'de sahneye kondu. Zamanla ülke çapında bir ün kazandı. 1954 yılında Beckett tarafından bazı değişikliklerle İngilizceye çevrildi ve başka ülkelerde de sahnelenmeye başladı. Avangard olarak nitelenmesine karşın hızla klasikleşti.

Oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek işlevinin yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.

Kimilerine göre tüm zamanların en iyisi olan bu oyun, 21. yüzyılda da kafamızda soru işaretleri bırakmaya devam ediyor.


Yorum

"İnsan biliyorsa eğer."
"Sabretmekten yılmaz."
"Ne beklemek gerektiğini biliyorsa."
"Endişeye mahal yoktur."
"Sadece bekler."

  Hepimiz bekliyoruz, kimimiz sonları kimimiz başlangıçları.. Hayatımızdaki bu bekleyişlere farklı bir açıdan yaklaşan ve tamamlayıcı karakterleri ile bize sunan bir oyun bu.. Herkes okuyup kendi deneyimlemeli, anlatılacak bir oyun değil, tamamen kişiye göre algılanacak bir oyun.

Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız öyle kalır.

  Kitabı okurken sıkılmasam da karakterlerin bekleyişinin ağırlığı ruh halime etki etti, bu da düşünmeye sevk etti. Kitap bittikten sonra bile o ağırlık üzerimde idi. Size hayatınızı, beklediklerinize göre sorgulatabilecek bir oyun..

"Hiç terk ettim mi seni?"
"Gitmeme izin verdin."
  Sanırım sorulması gereken soru şu; "Sizin Godot'nuz kim ya da ne?"

Puanım


16 Ekim 2017 Pazartesi

Otomatik Portakal - Anthony Burgess | Kitap Yorumu

Orijinal Adı: A Clockwork Orange
Seri: Yok
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 168
Baskı Yılı: 2016
Goodreads Puanı: 3.98  (460,778 Oy)


Arka Kapak Yazısı
   Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...

...
   
   Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. "Uqueer as as clockwork orange". Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezyada "canlı" anlamına gelen "orang" sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm...
-Anthony Burges-

   Karabasan gibi bir gelecek atmosferi... Geceleyin sokaklara dehşet saçan, yaşamları şiddet üzerine kurulu gençler... Sosyal kehanet? Kara mizah? Özgür iradenin irdelenişi?.. Otomatik Portakal bunların hepsidir. Aynı zamanda hayranlık verici bir dilsel deneydir, çünkü Burgess antikahramanı için yeni bir dil yaratır: Yakın geleceğin argosu "nadsat"ı.


Yorum
   Bu kitabı ilk gördüğümde en çok ismi ilgimi çekmişti. Genelde kitaplar bana tamamen sürpriz olsun diye arka kapak yazısını okumasam da bunun içeriğini merak edip ne demek bu “Otomatik Portakal” diyerek okumuş bulundum. Arka kapakta soruma cevaben bu ismi nerden ve nasıl seçtiğini anlatmış. Gayette mantıklı ve orijinal bir isim bence. Aynı zamanda arka kapakta kısaca kitabın içeriğini de özet geçmiş. Bir Utopia bir 1984 gibi olmasa bile bu kitapta mevcut dünyamız ile çok benzeyen bambaşka bir ütopya yaratmış yazar. Bu dünyada tek bildiği şiddet, yağma, tecavüz olan karanlık genç nesilden bahsediliyor. Kitabın baş karakteri minik Alex’imiz ise işte bu karanlık gençliği temsil eden bir karakter. 


   Kitapta ergenlikten itibaren genç olarak nitelendirilen insanların bu çağlarda içlerini dolduran kötülükle neler yaptığı ve yapabileceğinden dem vuruluyor. Bu genç çetelerin yaptığı vandallıkları, uyguladıkları şiddeti okudukça kurgu olduğunu bilseniz de içiniz sızlıyor. Belki de bunun sebebi günümüzde de bunların oldukça artmaya başlaması ve çağımız ilerledikçe gidişatın tam da bu kitapta anlatılan yönde ilerlemesi. Kitap elbette ki sadece genç çetelerin savaşından, adam öldürmekten, içkiden, vandallıklardan, şiddetten ibaret değil. Kitabı farklı kılan bir yön daha var. Bu tür toplumu bozan davranışlara ve kötülüklere engel olmak için başvurulan ve bireyin elinden iyiyi ve kötüyü seçme şansını alıp onu tamamen iyilikten başka bir şey düşünemeyen otomatik bir makineye çevirmenin de toplumu kötülüğün kendisi kadar bozan tedavi yöntemlerine de yer verilerek bunun insan ve toplum üzerindeki etkileri kitapta başarılı şekilde anlatılmış. Tüm bu olayları ise temsilen bir baş karakter olarak Alex yaratılmış. Ve tabi onun takım arkadaşları Dim, Pete ve Georgie’yi de unutmamak lazım. 

Bir rüya ya da bir kâbus aslında kafanızın içindeki bir film gibidir o kadar, tek farkı siz de içinde yer alabilirsiniz. 
   Kitabın dili son derece akıcı ve samimi. Arka kapaktan da anlaşılacağı üzere bu bozulmuş, çarpık gençliği yansıtmak üzere “argo” bir dil hakimdi kitapta. Dikizlemek, çakozlamak, lavuk, çıtır, cıvır, marizlemek, zumzuklamak, kanka, ühü ühü ühü olmak, bok püsür gibi argo kelimeler kitabın ana dilini oluşturuyor diyebiliriz. Bu dili kullananlar kötü kesimi, kullanmayanlar elit ve iyi olan kesimi temsil ediyormuş gibi bir ayrım gözetmek de mümkün. Kitabın günümüzdeki duruma da dem vurarak, olması muhtemel bir gelecek senaryosu ortaya çıkarması, bunu yaparken de bu gidişatı etkileyecek teknolojik ve bilimsel gelişmeleri samimi bir dille kitabına aktarması hoşuma gitti. Bunu yaparken insan ilişkileri arasındaki sahteliği, insanların kişisel hırsları, bencillikleri, doyumsuzlukları, çıkarcılığı gibi değerleri de ön plana çıkararak gerçekliği yakalamış. Sonuna ise güzel mesajlar gizlemiş. En başta kişinin iyiliği veya kötülüğü kendi iradesi ile seçmesi gerektiği, kişiyi olmadığı biri gibi davranmaya zorlamanın en başta o insanın kendisine ve topluma büyük zararlarının olabileceği vurgulanarak, gerçekten böyle bir dünyada yaşandığı takdirde zaman kavramının, yaşlılık/gençlik gibi değerlerin, iyilik ve kötülük kavramlarının oldukça değişik anlamlara gelebileceğini vurgulamıştır. İsmi gibi özgün ve farklı olan bu eseri mutlaka okumanızı tavsiye ederim. :)



Puanım

15 Ekim 2017 Pazar

Adalet - Kolektif (26 Yazar) | Kitap Yorumu

26 yazar

Orijinal Adı: No Rest for the Dead
Seri: Yok 
Yayınevi: Martı Yayınları
Sayfa Sayısı: 432
Baskı Yılı: 2014
Goodreads Puanı: 3.6  (3,071 Oy)

Arka Kapak Yazısı


Yirmi altı usta yazardan tek bir hikâye…

Jeff Abbott - Lori Armstrong - Sandra Brown - Thomas Cook
Jeffery Deaver - Diana Gabaldon - Tess Gerritsen 
Andrew F. Gulli - Peter James - J.A. Jance
Faye Kellerman - Raymond Khoury - John Lescroart
Jeff Lindsay - Gayle Lynds - Phillip Margolin
Alexander Mccall Smith - Michael Palmer - T. Jefferson Parker
Matthew Pearl - Kathy Reichs - Marcus Sakey
Jonathan Santlofer - Lisa Scottoliner - L. Stine 
-Marcia Talley


Yorum

  26 yazar bir araya gelip, bir kitabı nasıl yazabilir ki? Kitabın kapağını ilk gördüğümde ve sonrasında bu soru zihnime takıldı ve okuyup görmek istedim. İki yazarın bile ortak kitap çıkarması bana hep şaşırtıcı gelmiştir, bir kitap sadece bir yazara ve onun düşünce dünyasına ait gibi hissederim hep.

İnsanın hayatta yalnızca tek bir şansı olurdu ve kendisine sunulan bu şansa dört elle sarılması gerekirdi.

  Kitabı dışı ile yargılayacak olursak, kitaptan etkileyici bir polisiye çıkabileceğini düşünmüyordum ama yazarların arasında kitaplarını severek okuduğum kişiler de olunca merakım arttı. Her yazar ayrı bir bölüm yazmış ve hepsi bir araya gelince hikaye de kopukluk olmuyor, bu yönden takdire değer bir iş çıkmış. Özele inecek olursak;
 
Her şeyden uzaklaşmak ve olanları unutmak için çok çaba sarf ettim ama aslında hiçbir zaman unutmuyorsunuz, sadece yaralarınızın üzerini bir doku kaplıyor ve hayatınıza devam ediyorsunuz.
  Kitabın konusu ve ilerleyişi fena değildi, her karakterin penceresinden olayı okumak ve çeşitli açılardan bakmak kitaba yakışmıştı. Kitabın sonuna kadar da bir gizem hakimdi, bu da sizi hikayenin içinde tutmak için iyi bir sebep. Ancak kitapta her şey ortalama seviyede idi, cinayet ve plan güzel ama şaşırtıcı olmaktan yoksun, yazar üslupları ise birbirinden farklı olduğu için bölüm geçişleri ya da aynı karakteri farklı yazarlardan okumak kitaptaki bütünlüğü zedeliyor.

Hayattaki hiçbir şey basit değildir.

  Genel olarak değerlendirecek olursam, ben 26 yazarın çalışmasından daha iyi bir sonuç beklerdim, bir polisiye roman olarak tatmin edici bulmadım. Ancak konu bütünlüğünün sağlanması ve kitabın akıcı bir şekilde yazılmış olması da sıkılmadan bitirmenizi sağlıyor. Kitaba kötü diyemesem de iyi diyemem, okusanız da okumasanız da bir şey kaybetmeyeceğiniz kitaplardan. Şuna da değinmek isterim ki, kitabın (yazarlara ödenen para dışında) gelirin Lösemi & Lenfoma Vakfı'na bağışlanacak olmasından çok hoşlandım.

Puanım

 Puanım aslında 2.5'ti ancak gelirinin bağış olarak kullanılacak olması takdire değer.

10 Ekim 2017 Salı

Mutlu Kent - Elvira Navarro | Kitap Yorumu


Orijinal Adı: La ciudad feliz
Seri: Yok
Yayınevi: Dedalus Kitap
Sayfa Sayısı: 141
Baskı Yılı: 2014


Arka Kapak Yazısı

Yetişkinlerin dünyasında iki farklı kimliğe ait çocuk yüzü. Çin’den daha güzel bir hayat için İspanya’ya göçmüş ailenin küçük oğlu Chi-Huei ile evsiz bir adamın sürekli gülümsemesine neden olan Sara. Bu iki çocuğun yüzü, 2010 yılında İspanya’nın en iyi genç yazarı olarak seçilen Elvira Navarro’nun büyüleyici kaleminde masalsı birer kahramanın yüzleri gibi. Pırıl pırıl. İnsanlığından uzaklaşan toplumun baskıları, ikiyüzlülüğü, gerçeklerinin rezil birer yalan oluşu, hırslarının tuhaflıkları bu iki çocuğun gözlerinden seyrediyoruz. Yalnız çarpıcı bir ayrıntı var Mutlu Kent’te. O da Elvira Navarro cümlelerinin yapısı, noktasızlığı, nefes nefese akışı. Avangart bir tutumla nefes bu küçük roman, tamamlandığında koca bir şiire dönüşüveriyor zihinde. Küçük bir itiraf: Mutlu Kent, içtenliği ve şıklığıyla Emil Ajar’ın Onca Yoksulluk Varken’i de hatırlattı ilk okurlarına ve eşsizliklerinden bahsedersek Mutlu Kent’in sırlarını açığa çıkarmış olmaktan çekiniyoruz. Siz ilk sayfaları karıştırmaya başladınız, en iyisi biz şöyle diyelim kısaca: Yetişkinlerin tuhaf dünyasından sıkılan, baktıklarını çocuk gözleriyle görme berraklığına sahip olmak isteyen romanı, yetişkinlerin.

Yorum


  Zaman zaman hakkında hiç bilgi sahibi olmadığım kitaplar okurum, elime denk gelir ve o belirsizliğin tadını çıkarırım, ayrı bir zevk veriyor bu durum. Mutlu Kent'te böyle elime aldığım kitaplardan ancak ne yazık ki bu kitaptan zevk alamadım hiç.

  Mutlu Kent, üslubu farklı ve alışılmadık kitaplardan, yazar dili farklı bir biçimde kullanmış ve art arda gelen cümlelerin hepsi birbiri ile bağlantılı olmayabiliyor, çoğu zamanda olaylar o kadar hızlı akıyor ki cümlelere yetişmek biraz zorlayıcı olabiliyor. Daha önce aynı Mutlu Kent gibi hem hakkında bilgi sahibi olmadığım hemde üslupları farklı olan kitaplar okudum, Yalnızlık Avutmaz, Son Okur gibi. Ancak o kitapları çok sevmesem bile bana kattığı şeyler olmuştu, farklılıkları ve anlatmak istedikleri ile beni etkilemişti. Mutlu Kent'ten de bunu beklemiştim ama bu hiç olmadı.

  Yazar bir şeyleri eleştirmek ya da bazı noktalara değinmek istiyor gibi ancak bunu başarabildiğini düşünmüyorum. Bazı bölümleri okurken sık sık bu bölümü neden yazmış diye de düşünmeden edemedim. Kitabın  ikinci yarısı ilk yarısından daha iyi olsa da iki kısım arasındaki kopukluk ve anlatım tarzı farkından da hiç hoşlanmadım, yazar öylesine bir şeyler karalamış gibi. Bu arada belirtmek isterim ki kitabın arka kapak yazısıyla bir alakası yok, en azından ben kitapta arka kapak yazısında yazanları bulamadım, birazı var ama genel anlamda şişirilmiş bir tanıtım olmuş.

  Mutlu Kent şunun için yazılmış diyebileceğim bir kitap değil, açıkçası kitaptan bir şey anlamadım, yazar tam bir şeyleri yakalayacak derken kitap bitti. Beni düşündüren ya da bana yeni bir şeyler keşfetme şansı sunan her kitaba saygım artar ve bu da puanıma yansır, kitabı sevmesem bile. Ancak bu kitabı ne sevdim, ne de bir şeyler düşünmeme sebep oldu. Üzülerek 1 puan veriyorum, üzülerek çünkü kitaplara düşük puan vermeyi hiç sevmiyorum, her kitap değerlidir.

Puanım


8 Ekim 2017 Pazar

Başmeleğin Gözdesi (Lonca Avcısı #3) - Nalini Singh | Kitap Yorumu

Orijinal Adı: Archangel's Consort 
Seri: Guild Hunter #3 
Sonraki Kitap: Başmeleğin Kılıcı
Yayınevi: Yabancı Yayınları
Baskı Yılı: 2016
Goodreads Puanı: 4.24  (29,553 Oy)


Arka Kapak Yazısı
   Vampir avcısı Elena Deveraux ve sevgilisi, ölümcül Başmelek Raphael New York'a geri döndüklerinde yeni bir tehlikeyle karşı karşıya kalmışlardı... Bir okula saldıran vampirin geride bıraktığı manzara tamamen dehşet vericiydi; ve bu daha bir başlangıçtı. Kana susamış vampirlerin sayısı bir bir artarken şehrin sokakları kana bulanmıştı. Daha da kötüsü Raphael'in kendisi de yavaş yavaş kontrolünü kaybetmeye başlamıştı; gökyüzünü açıklanamayan kara bulutlar kaplamış, yeryüzü sarılmıştı.

   Kehânet ürkütücü bir şekilde gerçekleşiyordu: Hain ve kadim bir ölümsüz diriliyordu. Vahşi rüzgârlar onun adını fısıldıyordu: Caliane. O, oğlu Raphael için geri dönmüştü. Bunun için yolunun üzerinde ne varsa yok etmeye hazırdı, ve yolunun üzerinde tek birisi vardı: Elena, oğlunun yok edilmesi gereken gözdesi...


Yorum
   Serinin ilk kitabını okuduğumda fena değil devam ederim demiştim. Fantastik serilerde vampirlere, uzaylılara bile saygım var ama melek olunca itici geliyordu ve hep önyargılıydım. Önce Hush Hush serisini okudum. Tüm klişelerine rağmen onu ilk okuduğum zamanlar çok fazla benzeri fantastik-young adult okumadığım için sevmiştim. Bu serinin ilk kitabı da açıkçası önyargılı olduğum kadar itici gelmemişti. Ama ikinci kitapta ufaktan sıkılmaya başlamıştım. Yine de üçüncü kitabına bir şans vereyim dedim. Ben ilk iki kitabı satın almıştım art arda okudum. Tam o sırada üçüncü kitabı çıkmıştı ama ilgimi çekmiyordu, bir türlü elim gitmiyordu. Geçen haftalarım biraz yoğun geçtiği için, hızlı okunabilen, karışık olmayan bir roman düşünürken bir fantastik-young adult okuyasım geldi e-kitap önerilerinde görünce indirip okumaya başladım serinin üçüncü kitabını. Aman Allahım oda ne? Yazar serinin her kitabında gittikçe çamura bulanıyor sanki. İlk kitabını da öyle çok beğendiğim söylenemezdi ama üçüncü kitabı tam bir hayal kırıklığı idi benim için.



   İkinci kitap heyecanlı sayılabilecek bir noktada bitmişti. Bu kitabın başları aslında heyecanlı ve merak uyandırıcı şeyler oldu. Ama sonradan hevesler boşuna çıktı ve kitapta olması gereken gelişmeler bir türlü gerçekleşmedi. Kitap çok yavaş ilerledi, normalde bu tarz kitaplar okuduğunda akıp gider, 2-3 güne bitirirsin ama bu kitap neredeyse 1 hafta süründü. Birde sırf kitaba hareket katmak için yazarın araya farklı karakterler sokma çabası yok mu, beni deli ediyor. Kitapta bazı yerler çok karışık ve saçma geldi. Hepsine katlanılır da kitapta aksiyonun daha geri planda olup sürekli öpüşme-koklaşma, aşk pıtırcıklığı yerleri çok fazla idi atlaya atlaya okumamak için kendimi zor tuttum. Keşke Elena ilk kitapta tanıdığımız karakterinde kalabilse ve bunca taviz vermeseydi.

   Dil sade ve anlaşılırdı. Eğlendiren, sempatik diyaloglar da oldu ama kitap serinin ilk iki kitabına kıyasla biraz yavaş ilerledi. Bundan sonraki kitaplar Elena-Raphael’i değil başka karakterleri işleyecekmiş diye bir bilgi öğrendim kitabı araştırırken aslında merak ettiğim karakterler var. Bu iki karakter yüzünden geri planda kalmış ama yazarın onları da iyi işleyeceğini düşünmediğim için seriye devam etmeyi düşünmüyorum. Zaten gereksiz yere uzatılmış bir seri. Kitaplara düşük puan verince kendimi kötü hissediyorum ama öyle kitaplar var ki onlarla kıyaslandığında yüksek puan versem o kitaplara haksızlık olacak. Beni affet Nalini ama cidden hayal kırılığı idin. Okumanızı tavsiye etmem. Bol kitaplı günler. :)



Puanım